SADELEŞTİRME KONUSUNDA RİSALE-İ NUR NE SÖYLÜYOR ?
Mukaddime ............................................................................................................................................. 2
Evvela, Bir Dest-i Gaybinin Hukukuna Biz Hürmetkarız ve Hizmetkarız ............................................. 4
Şeair-i İslamiyenin Umuma Taalluku Cihetiyle Umumun Rızası Olmazsa, Onlara İlişilmez ................ 4
Risale-i Nur Külliyatının Metinleri Hal-i Aslıyla Kalması Elzemdir ..................................................... 6
Risale-i Nur Avam-ı Mü'minînin İmanını Şübhelerden ve İslâmiyetini Hakikatsızlık Vesveselerinden
Muhafaza Ediyor .................................................................................................................................... 6
Müellif Kimdir? ...................................................................................................................................... 9
Risale-i Nur, Sair İlimler ve Kitablar Gibi Okunmamalı ........................................................................ 9
İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nura Gösterdiği Teveccüh ......................................................................... 11
Risale-i Nur Ekseriyetle Kur'anın Feyziyle ve Medediyle Kalbe Gelen Sünuhat ve İstihracat-ı
Kur'aniyedir .......................................................................................................................................... 13
Risale-i Nur Temellük Edilmiyor .......................................................................................................... 16
Risale-i Nurda Mükerrer Gibi Görünen Tekraratın Hikmetleri ............................................................. 16
Risale-i Nurun Lisanı Türkçedir ve Avam Lisanıyladır ........................................................................ 17
Risale-i Nur’da Herkesin İstidadına Göre Bir Hissesi Var.................................................................... 18
Nurlar’dan İstifadenin Bir Usulü ........................................................................................................... 20
Risale-i Nurun Hizmetine, Usul ve Uslubuna Kanaat Etmek ............................................................... 23
Bu Zamanda Ehl-i İlim Ziyade Dikkat Etmeli ...................................................................................... 25
Üstadın, Risale-i Nur’un ve Talebelerinin Şahs-ı Manevisinin Hürmet ve Hukuklarına Riayet
Etmeliyiz .............................................................................................................................................. 26
2
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ الل هِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Mukaddime
Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessil-i muhteremi, ebedî Kur'an hakikatlarının dellâlı,
mübelliği ve naşiri olan ve bütün şahsiyetini Risale-i Nur vasıtasıyla -biiznillah- ebede kadar istifade
ve istifazaya medar bir şekilde devam ettiren Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek
ve meşrebine dair Kur'andan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede
bulunan Nur Şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz
değişmez düsturumuz, maddî - manevî her türlü engeller karşısında muvaffakıyete, rıza-yı
İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberimiz…
Çünki Risale-i Nur'un dairesi çok genişlemiş; çok muhtelif efkâr ve mizaç sahibleri, bu hizmet
safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstünde makam-ı sıddıkiyette
yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt'in mümessili olarak hizmet-i Kur'aniyenin başına geçmiş
Üstad Bediüzzaman'ın a'zamî ihlas, a'zamî sadakat ve a'zamî fedakârlık manasını ihtiva eden,
gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede
bulunacak Kur'an Şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler.
Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat'i kanaat
getirsinler.
Şimdi câmia-i İslâmiye umumiyetle Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'aniyeye sarılmış
bulunmaktadır. Hem nev'-i beşerin dahi cazibedar siyaset hâdiselerinin tevakkufu neticesinde,
rahmet-i İlahiye ile hakaik-ı Kur'aniyeye yapışacağı emareleri görünüyor. Hem Kur'anın hak ve
hakikata, akıl ve mantığa dayanan delil ve hüccete istinad eden ve bütün mes'elelerini akla tesbit
ettiren bir Kitab-ı Mukaddes olduğunu, zeminin her tarafında ve kâinat safahatında neşreden, ilân ve
isbat eden Risale-i Nur bugün âlem-i İslâm ve insaniyetin nazar-ı takdir ve tahsinini celbetmiş
bulunuyor. Bu itibarla Risale-i Nur'un mazhar olduğu küllî muvaffakiyet ve mahiyetinin ve
Hazret-i Üstad'ın mazhariyetinin esaslarını ifade etmek îcab ediyor.
Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi
için herhalde Hazret-i Üstad Bediüzzaman'ın takib ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yaklaşan uzun
bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyikat ve hücumlar karşısında maddî ve manevî
engeller içerisinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sadakat gibi
3
ahvali olan "sıddıkiyet mesleğidir" ki; Nur Talebeleri için ehemmiyetle bilinmek, anlaşılmak ve
yaşanmak îcab eder.
Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da
şudur: Risalelerde, mektublarda, lâhikalarda defalarca yazıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat
edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur'a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti
ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu?
Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman'a kâfil bir muazzam hakikatın
ifadesidir ki, dersimizi hakaik-ı Kur'aniye ve envâr-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur'dan
aldığımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da
hep o Risale-i Nur'dan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâdiseler hengâmında Kur'an Şakirdleri cüz'î
ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur'la tahsil edeceklerdir. Çünki
Kur'anın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu zamandaki vezaif-i
diniye tavrını küllî bir mana ile şimdi bu suretle Risale-i Nur'la görmüş, anlamış bulunuyoruz.
Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif
safhalarında talebeleriyle birlikte maruz bırakıldığı çeşitli hallerde zaman ve zemine münasib ve o
hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risale-i Nur'daki hakaik, nasılki doğrudan
doğruya feyz-i Kur'andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî
hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden
irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek mes'eleler de herhalde değişmez dersler
ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade
ederler, müşkilatlarını giderirler.
Cenab-ı Erhamürrâhimîn'den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ederiz ki; bizleri
sırr-ı ihlasa muvaffak eylesin. Âmîn.
Nur Talebeleri
Hizmet Rehberi ( 5 - 10 )
4
Evvela, Bir Dest-i Gaybinin Hukukuna Biz Hürmetkarız ve Hizmetkarız
Ezcümle, Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil;
belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam
üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle
ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir
hizmetkârız.
Mektubat ( 383 )
Şeair-i İslamiyenin Umuma Taalluku Cihetiyle Umumun Rızası Olmazsa, Onlara İlişilmez
Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senedleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde
olduğu gibi, ecnebileri körükörüne taklidcilik yüzünden geliyor…
Firengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimat-ı
mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından;
bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terkedilmiş, ehvenüşşer
ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma
lisan-ı hal ile ders veriyor. An'ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkânı
İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen
ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka
makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i
mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir
menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde
elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes
kelimeleri öğrenmezse,… bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler!
Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen
mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
Mektubat ( 433 - 434 )
***
Nasıl "hukuk-u şahsiye" ve bir nevi hukukullah sayılan "hukuk-u umumiye" namıyla iki nevi
hukuk var; öyle de: Mesail-i şer'iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma,
umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku
cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna
tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabîlinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele
hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi;
5
Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya,
tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir
hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..
Mektubat ( 396 )
***
Meselâ: Nasılki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet
gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri
altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayatdar
ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet,
muvakkaten çıplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmuş bir meyve gibi, o mübarek
manaların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.. nur uçar,
dumanı kalır. Her ne ise...
Mektubat ( 396 )
***
Elfaz-ı Kur'aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayatdar cildi
gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır.
Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem
ve isim ise, değiştirilmez… Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye
lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va'z ile o ihtiyaç mündefi' olur.
Mektubat ( 340-342 )
***
"Lafzullah" sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i a'zam olduğu itibariyle, delalet-i
iltizamiye ile delalet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanına dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet
ediyor.
Mektubat ( 393 )
***
…taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde
umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla; o
nukuş-u âliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi
hanelerin bir ustası, o saraya girip o kıymetdar taşlardaki ulvî nakışları bozup çocukça hevesine
göre âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş
görünecek bazı boncukları taksa, sonra "Bakınız! O sarayın ustasından daha ziyade meharet ve
servetim var ve kıymetdar zînetlerim var" dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın
nisbet-i san'atı gibidir.
Sözler ( 434 )
6
Risale-i Nur Külliyatının Metinleri Hal-i Aslıyla Kalması Elzemdir
Bu küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar
meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzımgeldi. Halbuki tanzimsiz,
müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan
tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz!
İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes'eleden ibarettir. Hem
müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri
nev'inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu' karışmadan, hararet ve halâvet-i
asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.
Mektubat ( 488 )
***
Risale-i Nur Avam-ı Mü'minînin İmanını Şübhelerden
ve İslâmiyetini Hakikatsızlık Vesveselerinden Muhafaza Ediyor
(Risale-i Nur) Doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir
velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî
dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hatâ olmasın, nasılki Kur'anın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı, sair dinleri felsefe-i
tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın
haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu'cizesi ve
nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i
imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir noktai
istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz
dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü'minînin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini
hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.
Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )
***
(İsm-i Hakem Nüktesi) kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya
mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani' olmuyor. Ehl-i
tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra
getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve
7
daimî kâinat vüs'atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm. Daha var. Fakat şimdi bu kadar
yazdırıldı.
Kastamonu Lahikası ( 232 )
***
Kur'anın hakikat-ı arşiyesine dayanan Risale-i Nur…
Şualar ( 354 )
***
O Yeni Said'in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve susturulması gibi,
Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti
de tam ilzam ve iskât ediyor.
Mesnevi-i Nuriye ( 8 )
***
Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin'de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin
galebesinden; acaba İslâmiyet'te bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye
düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat'î isbat eder,
felsefeyi mağlub edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup imanı
kurtulur ve kuvvet bulur.
Emirdağ Lahikası-1 ( 91 - 92 )
***
Ülema-i İlm-i Kelâm'ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın dâhî
muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri
müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini
muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid'a kısmı da bu
meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine
giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit ve feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve
mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de
kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa'nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye
gireceklerine emareler var.
Emirdağ Lahikası-1 ( 210 - 211 )
***
Risale-i Nur'un küçük ve masum şakirdlerinden elli-altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize
göndermişler, o parçaları üç cild içinde cem'ettik. İşte bu mecmuadaki parçaları yazanların nümune
olarak bir kısmı şunlardır:
Ömer 15, Mustafa 13, Hâfız Nebi 14, Hicret 15, Hüseyin 11, Ahmed Zeki 13, Ayşe 11, Hâfız
Ahmed 12, Mustafa 14, Bekir 9, Ali 12
8
İşte bu mecmuadaki risaleler, bu masum çocukların Risale-i Nur'dan ders aldıkları ve
yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki: Risale-i Nur'da
öyle bir manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki; mekteblerde çocukları okumağa şevkle sevketmek
için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i
Nur veriyor ki çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki; Risale-i Nur kökleşiyor.
İnşâallah, daha hiçbir şey onu koparamıyacak, ensal-i âtiyede devam edecek gidecek. Aynen bu
masum çocuk şakirdler gibi, Risale-i Nur'un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırk-elli
yaşından sonra Risale-i Nur'un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk-elli parça, iki-üç mecmua
içinde dercedildi. Bu ümmi ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin bu zamanda, bu acib şerait içinde
herşeye tercihan Risale-i Nur'a bu surette çalışmaları gösteriyor ki: Bu zamanda Risale-i Nur'a
ekmekten ziyade ihtiyaç var ki; harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri hacat-ı zaruriyeden
ziyade bir hacat-ı zaruriyeyi, Risale-i Nur'un hakaikını görüyorlar.
Emirdağ Lahikası-1 ( 65 )
***
Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek,
ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma
gösterdiğim vakit, demişler: "Şu zamanın yaralarına devadır." İntişar ettikten sonra ekser
kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne
geçiyor.
Mektubat ( 375 )
***
Tefsir iki kısımdır:
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'an'ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan
ve izah ve isbat ederler.
İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat
ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir
tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir
tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.
Şualar ( 515-516 )
***
9
Müellif Kimdir?
Ben Kur'an-ı Hakîm'in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım.
Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum…
Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor.
Barla Lahikası ( 269 )
***
Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha
beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu
kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said
yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir.
Emirdağ II (80)
***
Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işarat-ı Kur'aniye namına hakikattır.
Sözler ( 651 )
***
Şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık
devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından
olan temsilâtından bir şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'ana ait
yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.
Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil
merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i
gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve
hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin
lemaatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur.
Derd benimdir, deva Kur'anındır.
Mektubat ( 376 - 377 )
***
Risale-i Nur, Sair İlimler ve Kitablar Gibi Okunmamalı
Masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim; vakit müsaade
etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından,
acelecileri yavaş yavaş okumağa mecbur ettiğinden, Risale-i Nur'un gıda ve taam hükmündeki
10
hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa
yalnız akıl cüz'î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi
okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan
başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.
Emirdağ Lahikası-1 ( 65 )
***
İfade-i Meram
Malûm olsun ki, bana deniliyor; insanlar diyorlarmış ki; "Onun eserlerinin çok yerlerini
anlayamıyoruz. Böyle kalırsa bu eserlerin zayi' olmasından korkulur."
Ben de derim:
"Cenab-ı Hakk'ın izniyle inşâallah zayi' olmayacaklardır. Ve bir zaman
gelecek, ekser dindar mütefekkirler, onları anlayacaklardır.
اِنْ شۤاءَ مَنْ بِيَدِهِ اْلاُمُورْ Çünki bu risaledeki ekser mes'eleleri; nefsimde tecrübe ettiğim, Furkan-ı Hakîm'in
bana i'ta etmiş olduğu ilâçlardır. Fakat mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamihâ anladığım gibi
anlamasınlar. Zira benim nefsim sû'-i ihtiyarıyla baştan ayağa dek, çeşitli yaralarla mülemma'
olmuştur. Öyle ise hayat-ı kalbiyesi selim olan kimseler; heva-i nefis yılanının ısırmasından hastalanan
kimse gibi, tiryakın derece-i tesirini anlayamaz.
Hem de ben sünuhat-ı kalbiyemde izahat için tahririnden gelen aczden ve tağyirinden
gelen havftan dolayı tasarruf edemiyorum. Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.
Hem de ben sair mütekellimînin hilafına olarak, kendi yerimde ve kendime hitaben
konuşuyorum. Bana dönük olan samiin makamında değil. Çünki onlar kendi nefislerini samiin
makamında farzederek öyle konuşuyorlar. Anlaşılıyor ki, benim kitabımın önü ve doğu yüzü bana
dönük olup, onun ma'kûsu ve ters tarafı samia bakıyor. O halde sâmi', âyinede görünen yazıyı okur
gibi kendisine zorlaşıyor. Madem ki ben onun makamına gitmiyorum. O halde o, kendi hayalini
tenezzülen bana göndersin ki, ben de onun hayalini başımdaki gözümde misafir edeyim. Tâ ki, o da
benim gördüğüm gibi görsün.
Şimdi burada emanetin hakkını eda etmek niyetiyle, Cenab-ı Hakk'ın tevfikiyle derim ki: Ben,
Nokta, Katre ve Katre'nin Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe ve sair risalelerimde müteferrik hadsiyatı ve
parça parça aynaları dercetmişim. Eğer Cenab-ı Hakk'ın izniyle bir zaman gelir, birisi bütün bu
müteferrik hadsleri ve parça parça aynaları tahrir ve tasvir edip birleştirirse; öyle bir ayna
11
onlardan çıkabilir ki, aynelyakînin nuru o aynada zâhir ve nümayan olacaktır. Hem o müteferrik
hadslerden öyle bir hads-i küllî meydana gelebilir ki, hakkalyakînin nuru, ondan çiçekler açacaktır
inşâallah.
Evet neden olmasın! Çünki bütün bu risalelerdeki mes'eleler hadsler, yalnız Kur'an-ı
Mübin'in feyzinden mülhemdirler.
اَللَّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ اۤمِينَ
Said-i Nursî
(Mesnevi-i Nuriye Tercümesi - 235)
***
İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nura Gösterdiği Teveccüh
İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur…
Şualar ( 734 )
***
Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye,
"Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa" namlarını vermiş.
Şualar ( 99 )
***
Medar-ı kusur ve işkal olan bu beş sebeble beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki;
İmam-ı Ali (R.A.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa"
namlarını vermiş. Risale-i Nur'un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş. "ElÂyet-
ül Kübra"nın bir hakikî tefsiri olan bu Âyet-ül Kübra Risalesi, Hazret-i İmam'ın (R.A.) tabirince,
"Asâ-yı Musa" namında "Yedinci Şua" kitabıdır.
Şualar ( 98-99)
***
Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu {(*): Kâinatı
dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.} gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad
getirmek hizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi'ni İmam-ı Ali (R.A.)
keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
Kastamonu Lahikası ( 55 )
***
Müellif: “Sonradan Tashih ve Tanzim Etmeye Mezun Değiliz”
Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasıyla Erzurum'un Pasinler'in dağ ve derelerine düştük. O
kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o
dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin,
kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret
12
kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa,
benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük
bir ihlas ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve
elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de
razı değildir, çünki o zamandaki ihlas ve hulûsu şimdi bulamıyorum. {(Haşiye-2): Yeni Said, Risale-i
Nur'daki hakikî ihlas ile yine o ihlası buldu. Yeni Said, aynı ihlas ile baktı, tashih yerini bulamadı.
Demek sünuhat-ı Kur'aniye olduğundan, i'caz-ı Kur'aniye onu yanlışlardan himaye etmiş. Nur
Talebeleri}
İşarat-ül İ'caz ( 9 )
***
Başkasının tashihinede katiyen razı olamıyorum zira külahıma püskül takmak gibi
başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor.
Asarı Bediyye ( 403 )
***
Hakikaten tashih mes'elesi ehemmiyetlidir. Bazan bir harfin ve bir noktanın yanlışı,
kıymetli bir manayı zayi' eder.
Emirdağ Lahikası-1 ( 151 )
***
Zannımca lafz ve nazım, san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan
çevirmemek için perişan olması daha iyidir.
Şu eserimde üstadım, Kur'andır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey
kari' müstemi'sin. Müstemi'in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez.
Sözler ( 694 )
***
Bu küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar
meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzımgeldi. Halbuki tanzimsiz,
müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan
tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden
çok uzak dört mes'eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülfü
perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nev'inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk
tasannu' karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde
bırakılmış.
Mektubat ( 488 )
***
13
Risale-i Nur Ekseriyetle Kur'anın Feyziyle ve
Medediyle Kalbe Gelen Sünuhat ve İstihracat-ı Kur'aniyedir
Bunun (Risale-i Nurun) ilham-ı İlahî olduğuna bütün imanımla kaniim. Bana böyle bir
kanaat verdi ki, müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlahîdir. Bu sevk-i
İlahîye hiç bir sahib-i iman mani olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim.
Şualar ( 496 )
***
Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lâkabı benim değildi,
belki Risale-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi
o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanîce bedî' manasında ve kasidede
tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan
Bedîülbeyan ve Bedîüzzaman olan Risale-i Nur'un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla
bedî'liğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına; bu ismin
müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış tahmin ediyorum.
Şualar ( 748 )
***
Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması
ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı.
Şualar ( 99 )
***
Her bir Söz'ü, şahsımdan değil belki Kur'an'ın dellâlından sana bir mektubdur ve
eczahane-i kudsiye-i Kur'aniyeden birer reçetedir farzet. Gaybubet içinde hazırane bir
musahabe dairesini onlar ile aç.
Barla (68)
***
Resail-in Nur'un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i
mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.
Kastamonu Lahikası ( 210 )
***
Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur'aniyede pek ciddî bir arkadaşım!
Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediği mühim bir mes'eleye dair cevab
istiyorsun…Şu mes'ele-i azîmeyi başka vakte ta'lik edip, ne vakit Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden
kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır.
Mektubat ( 388 )
***
Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesail ile iştigalime mani bazı haller var.
Onun için sualinize göre cevab veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul
14
oluyorum. Bazan suallere, sünuhat tevafuk ettiği için cevab verilir, gücenmeyiniz. Onun için
herbir sualinize lâyıkınca cevab veremiyorum.
Lem'alar ( 90 )
***
Sizlere meraklı ve medar-ı sual olmuş "Dört Küçük Mes'ele"yi malûmat kabîlinden
muhtasar bir surette beyan etmekliğe kalbimde bir hatıra hissettim. Benden sordular. Ben de
birden sünuhat kabîlinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur…
Lem'alar ( 103 )
***
…çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur…
Şualar ( 236 )
***
Bu manevî reçete (Hastalar Risalesi), bütün yazdıklarımızın fevkınde bir sür'atle te'lif edildiği
gibi; hem umuma muhalif olarak tashihata ve dikkate vakit bulmayarak, te'lifi gibi gayet sür'atle,
ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. Kalbe
fıtrî bir surette gelen hatıratı, san'atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tedkikata lüzum
görmedik.
Lem'alar ( 205 )
***
Fıtrî bir surette bu lem'a tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki deva yazılmış.
Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.
Lem'alar ( 208 )
***
Bütün risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata
tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir
ehl-i tedkikin sa'y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda te'lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i
inayet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât
vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük
âlimler "tefhim edilmez" deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim
gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye
eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû'-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika
teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâşübhe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve
Kur'an-ı Kerim'in i'caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur'aniyenin bir temessülüdür
ve in'ikasıdır.
Mektubat ( 373 - 374 )
***
15
Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlı milyonlar fedakârları bulunan meşrebler,
meslekler bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde; benim gibi
yarım ümmi ve kimsesiz, mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müdhiş,
müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde
bulunan bir adam, elbette dalalete karşı galibane mukavemet eden ve milyonlar efradı bulunan
mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur'a sahib değildir. O eser onun
hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in bu
zamanda bir mu'cize-i maneviyesi rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler
arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona
düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur'un öyle parçaları var ki;
bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile
temin ediyorum ki, Eski Said'in kuvve-i hâfızası beraber olmak şartıyla o on dakikalık işi on saatte
fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o altı
saatlik risale olan Otuzuncu Söz'ü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı
yapamaz ve hâkeza...
Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve
birer hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, bu hizmet-i kudsiyede hâlisane,
muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur şakirdlerini daim muvaffak eylesin, âmîn.
Said Nursî
Kastamonu Lahikası ( 161 - 162 )
***
Ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar;
fakat benim değildirler, Kur'an-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.
Mektubat ( 369 - 370 )
***
Risalet-ün Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış.
Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur.
Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın
feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur'anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul
ediyor.
Şualar ( 711 )
***
Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama
kadar ve ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakatı
nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde
tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i
inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur'aniye olduğu gibi, çok tedkikat ve taharriyatın
neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür'atle, hem idrakimi ve fikrimi
16
müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı
Rabbanîdir.
Mektubat ( 374 )
***
En mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda
yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i
Kur'aniye olmazsa nedir? hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden
bahsetmiş ise, alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her
mes'ele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise; şimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan
sorduğum halde- sû'-i tesir ve aks-ül amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan
doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.
Şimdi bence kat'iyyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve
tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ
Kur'an-ı Hakîm'e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı
ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i'caz-ı Kur'anın izharı, onun
neticesi olacak bir surette olmuştur.
Mektubat ( 374 )
***
Risale-i Nur Temellük Edilmiyor
Eser yazan ve Nur'dan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: "Risale-i Nur'u
okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz." Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki
Nurlar, o eserlerdeki hakikatları tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman
onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmir'li hâkimin dediği gibi, "Risale-i Nur
gizlenmiyor ve başka kitablara benzemiyor ve temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun,
ben Nur'dan gelmişim" der.
Emirdağ Lahikası-1 ( 258 )
***
Risale-i Nurda Mükerrer Gibi Görünen Tekraratın Hikmetleri
Ben gönderilen risaleleri mütalaa ettim. Bir kısım hakikatları mükerrer gördüm. Makam
münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki ihtiyarım olmadan ne için böyle olmuş, kuvve-i
hâfızama gelen nisyandan sıkıldım. Birden şiddetli bir ihtar ile "Ondokuzuncu Söz'ün âhirine bak!"
denildi. Baktım, Risalet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) Mu'cize-i Kur'aniyesinde tekraratının çok güzel
17
hikmetleri, tam tefsiri olan Risalet-ün Nur'da tamamıyla tezahür etmiş. O tekrarat, o hikmetler
için tam yerinde ve münasib ve lâzım olmuş.
Kastamonu Lahikası ( 12 )
***
Herkes her vakit Kur'ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur'anı okumağa muktedir
olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur'aniye ekser uzun
surelerde dercedilerek; herbir sure küçük bir Kur'an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum
etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu
ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde,
bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok
hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat'î bir surette
bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur'a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse
de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde
edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes'eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman
ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
Kastamonu Lahikası ( 54 )
***
Risale-i Nurun Lisanı Türkçedir ve Avam Lisanıyladır
…yirmi senedir Kur'andan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır. Evet
Lillahilhamd, Kur'an-ı Hakîm'in maden-i envârından iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar taifesinin en ziyade
istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi' ilâçları, eczahane-i
kudsiye-i Kur'aniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı
olduğu ve i'dam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur'aniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde
hadsiz mesaib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına
medar bir nokta-i istimdad Kur'an-ı Hakîm'in madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade
ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi,
Kur'an-ı Hakîm'in hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi.
Mektubat ( 423 )
***
Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca
ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.
Sözler ( 5 )
***
Bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar
ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler "tefhim edilmez" deyip, değil avama,
belki havassada bildiremiyorlar.
18
Barla Lahikası ( 16 )
***
Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karşı
dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i
imaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina,
fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz!" demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın
dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
Mektubat ( 372 )
***
Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen,
öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Sözler ( 48 )
***
Risale-i Nur’da Herkesin İstidadına Göre Bir Hissesi Var
Her adam her mes'eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes'eleden bir derece
hisse alabilir. "Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz." kaidesiyle, "bu manevî
bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum" diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar
koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a'zama ait mes'elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi,
akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum'a ve bilhâssa hayatın
iman erkânına karşı remizlerine ve bilhâssa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i
Kayyum'un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde
imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok
azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i
Farukî diyor ki: "Bir küçük mes'ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve
kerametlere müreccahtır."
Lem’alar ( 340 )
***
Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden
tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünki İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi
hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. "İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir.
Hem bütün ülema-i İslâm: "Haşir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez." diye
müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir
cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm'in
rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan
ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz
miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
19
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle
olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle
zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î
iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor.
Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.
Sözler ( 93 )
***
Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük
bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği
mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.
Bu risalenin fehmini işkal eden beş sebeb var:
Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitablar
gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.
İkincisi: İsm-i A'zam cilvesiyle tevhid-i hakikî a'zamî bir surette yazıldığından,
mes'eleleri hem gayet geniş, hem gayet derin ve bazan çok uzun olduğundan, herkes birden ihata
edemez.
Üçüncüsü: Herbir mes'ele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikatı
parçalamamak için bazan bir sahife veya bir yaprak birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok
mukaddemat bulunur.
Dördüncüsü: Ekser mes'elelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan;
bazan on, bazan yirmi delili birtek bürhan yapmak cihetiyle mes'ele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.
Beşincisi: Ben Ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber,
birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci
müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden,
kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir
vaziyet aldı.
Şualar ( 98-99)
***
Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde,
külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin
20
ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat
ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.
Şualar ( 690 )
***
Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen
Kur'an-ı Hakîm'in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye
ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.
Mektubat ( 358 )
***
Ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur'aniyeyi arayıp buluyorlar.
Mektubat ( 70 )
***
Nurlar’dan İstifadenin Bir Usulü
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin
süveydasıdır.
Muhakemat ( 84 )
***
Arkadaş! Bu risale, Kur'anın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi
tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesail, Furkan-ı Hakîm'in cennetlerinden koparılmış bir takım gül ve
çiçekleridir. Fakat ibaresindeki işkal ve îcazdan tevahhuş edip, mütalaasından vazgeçme...
Mütalaasına tekrar ile devam edilirse, me'luf ve me'nus bir şekil alır. Kezalik nefsin
temerrüdünden de korkma. Çünki benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamıyarak
inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da اَيْنَ الْمَفَرُّ diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis
ve şeytanımdan daha âsi, daha tâgi, daha şakî değiller.
Kezalik Birinci Bab'da tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vaki' olan tekrarları, faidesiz
zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet hatt-ı harbde siperde oturup
müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir
pencereyi açması elbette bir ihtiyaca binaendir.
Kezalik bu risalelerin ibarelerindeki işkal ve iğlakın, keyf için ihtiyarımdan çıkmış
olduğunu zannetme. Çünki bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve
irticalî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müdhiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli
kelimelerdir. O ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeğe başlıyordu. Kâh yerde, kâh
gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünki takib ettiğim
yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akıla inip çıkmaktan
21
bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat o
nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delalet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişan ve
birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar,
Kur'an güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.
Mesnevi-i Nuriye ( 75 )
***
Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde
cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden
geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüd eliyle
tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından tecerrüd et,
onlara müteveccih ol, dur.
Lem'alar ( 128 )
***
Bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı
nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.
Mektubat ( 70 )
***
Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş
fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem
yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya
yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim, hak verdim.
Kastamonu Lahikası ( 250 )
***
İ'lem Eyyühel-Aziz! Zikreden adamın feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir
kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir.
مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir.
Mesnevi-i Nuriye ( 87 )
***
Tercüme Vasıtasıyla İnsanların Tabiratı
Ruha Zulmet Vermesi Gibi Zararlar Olur
Sure-i İhlas'ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî
duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım
dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım,
manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza... Git gide
o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve
tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar
vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi' olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları
22
mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o
devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve
teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini
görüyorlar. Ve bilhâssa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle,
daimî bir feyze medardır.
İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki: Ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her
vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır.
Çünki menba'-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî
hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi' olması ve huzur-u daimî, bütün namazda
herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet
vermesi gibi zararlar olur.
Evet nasıl İmam-ı A'zam demiş: "Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir." Biz de deriz:
Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem
ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer'îsine
bakılır. Öyle ise, değişmeleri şer'an mümkün değildir. Her mü'mine bilmesi lâzım olan mücmel
manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle
geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin
anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl
müslüman olurlar, nasıl "akıllı adam" denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur
menba'larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!..
Hem "Sübhanallah" diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk'ı takdis ettiğini anlar.
İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir
defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka,
lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizac eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır.
Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok
ehemmiyetlidir.
Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey
ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî,
ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki
nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va'z ile o ihtiyaç mündefi' olur.
23
Elhasıl: Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfaz-ı Kur'aniyenin i'cazı öyle bir
tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir! Belki "muhaldir" diyebilirim. Kimin şübhesi varsa, i'caza dair
Yirmibeşinci Söz'e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir
mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa'ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?
Mektubat ( 340 - 342 )
Risale-i Nurun Hizmetine, Usul ve Uslubuna Kanaat Etmek
Bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakikat ve nesl-i âti
alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhanîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatım var.
Şualar ( 305 )
***
Zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve
siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan
bakıyorlar, mana veriyorlar.
Kastamonu Lahikası ( 189 - 190 )
***
Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife,
rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes'elelere
bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Mes'elesini çok defa okuyunuz,
kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Tarihçe-i Hayat ( 478 )
***
Meyve'nin o Dördüncü Mes'elesinde denilmiş ki: "Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O
geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle
meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir
tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur" mealinde orada denilmiştir.
Emirdağ Lahikası-1 ( 56 )
***
Bu kaza-i İlahînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zâtların sırrı
ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaat-perest
rakibleri karşısında bulup…
Şualar ( 295 )
***
24
Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet!
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik.
Üstadımız diyor ki:
Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme
ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i
imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı
içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki
tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve
hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri
daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana
veriyorlar.
Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı
manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o
vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet
hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler
adam şehadet eder.
Kastamonu Lahikası ( 189 - 190 )
***
Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan
enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i
dalalet istifade ediyor.
Malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm
bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından
kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve
mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki
dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve
sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
Tarihçe-i Hayat ( 309 )
***
Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç
bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî
25
yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur'dadır. Evet onbeş sene yerine, onbeş haftada Risale-i
Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsal eder. Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel, kesret-i mütalaa
ile bazan bir günde bir cild kitabı anlayarak mütalaa ederken; yirmi seneye yakındır ki, Kur'an ve
Kur'an'dan gelen Resail-in Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka
kitabları yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur çok mütenevvi hakaika dair olduğu halde, te'lifi
zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade
muhtaç olmamak lâzım gelir.
Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul
olmuyorum. Siz dahi Risale-i Nur'a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.
Hem şimdilik bazı ülemanın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid'atlara müsaid
gittiği için, Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da
huruf ve hatt-ı Kur'an'ı muhafaza etmek bir vazifesi iken; has talebelerden birisi bilfiil huruf ve
hatt-ı Kur'aniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur'aniyeye ilm-i
din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri
almışlar. Haberim olmadan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim.
Sonra ikaz ettim. Elhamdülillah ayıldılar. İnşâallah tamamen kurtuldular.
Ey kardeşlerim! Mesleğimiz, tecavüz değil, tedafü'dür, hem tahrib değil tamirdir, hem hâkim
değiliz mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde elbette çok mühim ve bizim de
malımız hakikatlar var. O hakikatların intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder
adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife
zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âlî hakikatlar
kaybolmasına vesile olur. Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir
nev'ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer'iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur
gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen
esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli
esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar
terkedilmez.
Kastamonu Lahikası ( 77 - 78 )
***
Bu Zamanda Ehl-i İlim Ziyade Dikkat Etmeli
Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli… acaba bu kardeşiniz, hakikat-ı Kur'aniye ve
hakaik-i imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi,
26
terk-i enaniyetle hakaik-i Kur'aniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en
büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk" dememesinde haksız değil midirler?
Mektubat ( 425 )
***
Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -
ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki
çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri,
dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa;
soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle
tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal
kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara
yetiştiriyoruz!..
Mektubat ( 426 )
***
Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her
birisine, meselâ Kur'an kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar
toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye
ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata
etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.
Kastamonu Lahikası ( 56 )
***
Şimdi tesanüdü bozmak ve bazı menfaatperest fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risale-i Nur'un
cereyanına karşı rakib çıkarmak suretiyle intişarına zarar vermeye çalışıyorlar.
Kastamonu Lahikası ( 235 )
***
Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç etmek için, Nurların meydana çıkmalarına
kıskanmak damarıyla tarafdar olmuyorlar. Merak etmeyiniz, Nur galebe edecek.
Emirdağ Lahikası-1 ( 256 )
***
Üstadın, Risale-i Nur’un ve Talebelerinin Şahs-ı Manevisinin
Hürmet ve Hukuklarına Riayet Etmeliyiz
Mübarekler Heyetinde öyle bir şahs-ı manevî hissediyorum ki, kaidemi ona karşı
muhafaza edemiyorum. O şahs-ı manevîyi kızdırmamak ve rencide etmemek…
Kastamonu Lahikası ( 101 )
***
27
Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî
lisanıyla Kur'andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o
tercümanın muhatabları ve ders-i Kur'anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o
feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın
istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve
şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar.
Emirdağ Lahikası-1 ( 70 - 71 )
(Müellif ve talebelerinin müsaadesi ve izni olmadıkça eserlerinde tasarruf edilemez.)
***
Umum müçtehidler "Mütekellimînden birisi gelecek, hakaik-i imaniyeyi ve bütün
mesaili vâzıh bir surette beyan edecek" diye müjdelerini, Risale-i Nur hâdisat-ı âlem ile isbat
etmiş. Hem bütün her asırda gelen meb'uslar, veliler keşfiyatlarında, "Birisi gelecek, şarktan bir nur
zuhur edecek" diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı manevîsini ve
talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed'e (A.S.M.) Risale-i Nur'un faziletini,
ehemmiyetini, kıymetini beyan etmişler.
(Sarıbıçak Mustafa)
Barla Lahikası ( 143 )
***
Nurun birinci bir talebesinin Nurlara tasarruf hususundaki
hassasiyeti ve hukuk anlayışı :
Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da
isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur'an'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu
Sözler'i okuduğum zaman, üstadımı temsil eder bir hâl alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak
bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir
günah işliyor telakki ediyorum. (Hulusi (Rahmetullahi Aleyh))
Barla Lahikası ( 62 )
***
Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin'in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler
eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî
anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkid olunmaması, her
meslek ve mezheb ve meşreb ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları,
kanaatımızın sıhhatine delalet etmeğe kâfidirler.(Hulusi)
Barla Lahikası ( 26 )
***
Risale-i Nur, fevkalâde müstesna bir edebî üstünlüğe mâliktir. En meşhur eserlerle bile kabil-i
kıyas olmayan ve başlıbaşına bir hususiyeti haiz olan üslûbunda yüksek bir belâgat, fesahat ve selaset
ve îcaz vardır. Hattâ Bedîüzzaman'ın eserlerini âlem-i İslâmın ısrarla arzu etmesiyle Arabçaya
28
tercüme ettirmek için büyük İslâm âlimlerine "Asâ-yı Musa Mecmuası" götürüldüğü vakit,
okumuşlar ve demişlerdir ki: "Bedîüzzaman'ın eserlerini ancak kendisi tercüme edebilir. Risalei
Nur'daki yüksek belâgatı ve misilsiz olan fesahat ve îcazı tercümede muhafaza etmekten ve
onun ilmini ihata etmekten âciziz!" Bu suretle o yüksek âlimler, Üstadımızın faziletini ve Risale-i
Nur'un kemalâtını göstermişlerdir.
(Üniveriste Nur Talebeleri)
Tarihçe-i Hayat ( 697 )
***
Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde
massedebilmesi bence baîd diyebileceğim seraser nur olan eserlere, fakir gibi her hususta nısf
değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalaa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlînin
içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum.
(Hafız Ali)
Barla Lahikası ( 108 )
***
Muhterem mürşidim! Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir
sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkid etsin veyahut bir kelimesine, hattâ bir harfine
ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.
Bilâ-istisna her ferd istihsan ederken, böyle bir şey yapmak için, bu cür'eti kimden alayım.
Yok, sevgili Üstadım, müsterih olunuz; senelerden beri çekmekte olduğunuz, kal'abend
cezasından pek şedid azabınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına tarafdar olanlara bir
parça meyletmek şöyle dursun, belki bu halin şiddetle ve belki fedaisi olarak aleyhte olduğuma,
vicdanımın tasdiki kâfi bir şahiddir.
(Hüsrev)
Barla Lahikası ( 353 )
***
Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline
rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nail
olmadığı bir şekilde meş'ale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur'anın
füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan; onun esası nur-u mahz-ı Kur'an olduğu ve
evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi (A.S.M.) hâmil bulunduğu ve Zât-ı
Pâk-i Risalet'in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade
olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zâtın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette
âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattır.
Evet o zât daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık
bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-i eşyaya ve esrar-ı kâinata
29
ve hikmet-i İlahiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyaya kimse nail
olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şübhe edilemez ki; Tercüman-ı Nur,
bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-ı hârika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden hârikulâde
metanet-i ahlâkiyesi ile bizzât bir mu'cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i
mutlakadır.
O zât-ı zîhavarık daha hadd-i büluğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme
meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş, her nerede olursa olsun vaki'
olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüd etmeden cevab vermiş, ondört yaşından
itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış,
izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset
ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla "Bedîüzzaman" ünvan-ı celilini
bahşettirmiştir. Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) neşrinde ve
isbatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyid-ül Enbiya
Hazretlerinin (A.S.M.) en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine naildir. Ve şübhesiz
o Nebiyy-i Akdes'in (A.S.M.) emr u fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envâr ve
hakaikına vâris ve ma'kes olan bir zât-ı kerim-üs sıfâttır.
Envâr-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve maarif-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ve füyuzat-ı şem'-i
İlahîyi en müşa'şa' bir şekilde parlatması ve Kur'anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde
müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (A.S.M.) ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi
üzerinde toplanması delaletleriyle, o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir'at-ı
mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında
son dehan-ı hakikatı ve şem'-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti
olduğuna şübhe yoktur.
Üçüncü Medrese-i Yusufiye'nin Elhüccetü’z-
Zehra ve Zühret-ün-nur olan Tek Dersini
Dinleyen Nur Şakirdleri Namına
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylan,
Sungur, Tabancalı
Şualar ( 670 - 671 )
***
Risale-i Nur Külliyatından, iman, Kur'an ve Hazret-i Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm)
Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip
tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta
30
arzedeyim ki, üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur'dan bazan okuyuvermek lütfunu
bahşederken izah etmiyor, diyor ki:
"Risale-i Nur, imanî mes'eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur'un hocası, Risale-i
Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı
nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes'eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve
vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır."
(Konferans)
Sözler ( 772 )
***
Hazreti Üstadımızın, Emirdağı Lahikası Sh:224'de tahsin ettiği fıkrası:
Asa-yı Musa mecmuasındaki Arabî kelimelerin kısaca tercümelerine dair bir lügatçe
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Bu lügatçeye bakan kardeşlere bir ihtar ve beyan-ı mazurat.
Bedi-ül Beyan olan Risale-i Nur'un müellifi, Üstadımız Allâme-i Said-ün Nursî hazretleri
evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfatı mezmûmeyi mahv… alâik-ı dünyeviyeden
inkıta'… hakikat-ı himmetle Cenab-ı Hakk'a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı
zulümat, inâyet-i Hak'la inkişaf ve rahmet-i ilâhiyye feyezan ve Nur-u Samedanî lemean edip اَفَمَنْ
شَرَحَاللَّهُ صَدْرَهُ لْلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِِّه sırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye
ile sırr-ı melekût mir'at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye tele'lü' ettiğinden…
şüphesiz Risale-i Nur, doğrudan doğruya ilhamı İlâhî, ve İhsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rabbanî,
feyz-i samedanî, intak-ı Sübhanî, hem i'caz-ı manevî-i Kur'anî… hem makbül-u Şâh-ı Risalet
(A.S.M)… hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (R.A).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (K.S)… hem
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın semâ-i manevisinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin
nurlarının in'ikası … hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (A.S.M) cihetiyle Resûl-ü Ekrem'e
(A.S.M) ihsan olunan cevâmi-ül kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîl-ül lafz, kesir-ül mâna kelimat-ı
câmia ikram olunması… hem Üstadımız, Esmâ-ül Hüsnâ'dan Bedî'a mazhariyetinden, te'lifi olan
Risale-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garîbe ile müzeyyen olması… hem tercüme olunacak
kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve
pek kudsi olan iman ve Kur'an hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zâhir
bürhanlar, kat'î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî
hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyet kesbetmesi… hem Üstadımız eskiden
beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sâhibi olduğundan, Risale-i Nur belâgat ve edebiyatça
pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır.
31
Fakat madem kudsî Üstadımız aczimizi ve liyakatsızlığımızı bizden daha fazla bildiği halde
tercüme ile emretmesinde elbette hikmetler vardır diye naçizane ve fakat mübarek üstadımızın affına
ve tashihine itimaden bu mecmuadaki kelimat-ı arabiyeyi bir liste halinde tertip ettik. İnşaallah
ileride Risale-i Nurdan tam ders alarak yetişen müdakkik allameler o kelimata mühim birer
şerh yazarlar. Hem Rahmet-i İlahiyeden temenni ederiz.
Kastamonu Risale-i Nur Şakirdlerinden
Mehmet Feyzi
(Osmanlıca Latince - 181)
***
Ben hiç bir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde; yalnız
risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül
ediyorum. Sebebi ise; bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve
benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar,
benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar iki diz üzerine gelip, risale okuyuver
diyorlar.
Eğer sesim erişse idi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim:
"Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan faiktir ve daha
menfaatlidir." Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen ümmet-i
Muhammed'i (A.S.M.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur,
yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir
risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyada geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir
maddiyyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiç bir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz
okusa ve tamam manasıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, "Bundan daha yüksek
akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz" diyor.
Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi
Barla Lahikası ( 143 )
***
"Elde Kur'an gibi bürhan-ı hakikat varken
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir."
Sözün özdür ey can, tekellüf değil
Ledün ilminin zübde-i pâkidir
Bu, sümmettedarik tasannuf değil
32
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır
Ki ehva ve lağv ve tefelsüf değil
(Ahmed Galib)
Mektubat ( 380 )
***
Risale-i Nurlar ve Kelimeleri Vesile-i İcabe-i Dua’dır
(Üstadımız) Cenab-ı Hak'tan yüz ondokuz risalenin eliyle, yüz ondokuz bin kelimeleri diliyle
dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksanüç
tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki; bu tarih, Üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf
etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur'a
baktığına…
(Mustafa, Lütfi, Rüşdü, Hüsrev, Bekir Bey, Re'fet)
Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 18 )
***
آمِينَ اَللّٰ هُمَّاَرِنَاالْحَقَّحَقًّاوَارْزُقْنَااِتِِّبَاعَهُوَاَرِنَاالْبَاطِلَبَاطِلاًوَارْزُقْنَااِجْتِنَابَهُ
İşarat-ül İ'caz ( 22 )
اَللّٰ هُمَّ صَلِِّ عَلَى جَامِعِ مَكَارِمِ اْلاَخْلاَقِ وَ مَظْهَرِ سِرِِّ )وَ اِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ( اَلَّذِى قَالَ:مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ
اَلْحَمْدُ لِل هِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَ مَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لاَ اَنْ هَدَينَا الل هُ لَقَدْ جَائَتْ رُسُلُ رَبِِّنَا بِالْحَقِِّ
Lem'alar ( 61 )
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar
bizi emanette emin kıl
Sözler ( 29 )
سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَااِلاَّمَاعَلَّمْتَنَااِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ
Lem'alar ( 61 )
Hazırlayanlar
Bitlis, Siirt ve Isparta havalisinden
Risale-i Nur talebeleri
RİSALE-İ NUR SADELEŞTİRİLEMEZ DEĞİŞTİRİLEMEZ
1. Resail-in Nur'un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. (Kast.L.211)
2. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz! (Mek.488)
3. 6. Deva… Hâşiye: Fıtrî bir surette bu lem'a tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki deva yazılmış. Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik. (Lem’alar 208)
4. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.." (Mektûbat 426)
5. Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur'an kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. (Kas.L.56)
6. Risale-i Nur'un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır. (Em.L.65)
7. Risale-i Nur", Türkçe'de, lisan üzerinde de imam olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur'un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedeceklerine dair işaret-i Kur'aniyedendir… Milâslı Halil İbrahim (Em.L.99)
8. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı. (Sualar 99)
9. …ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazan bir noktanın yanlışıyla bir mes'ele değişir, mana bozulur. (Sualar 486)
10. Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. (Şualar 690)
11. …Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük bir ihlas ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir. (İşarat-ül İ’caz 9)
12. Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, san'atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tedkikata lüzum görmedik. (Lemalar 205)
13. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî. (Sozler 735)
14. Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor. (Sozler 785)
15. Şu kelimeyi, Otuzikinci Söz'ün Birinci Makamı gayet kuvvetli ve şaşaalı bir surette isbat ettiğinden, ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez. (Mektubat 231)
16. Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve Mektublar; ihtiyarsız, def'î ve ânî bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevab versem; sönük düşer, noksan olur. (Mektubat 279)
17. Sozler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin degil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakisacak mevzun, muntazam üslûb libaslari, kimsenin ihtiyar ve suuruyla bicilmez ve kesilmez; belki onlarin vücududur ki, oyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete gore keser, bicer, giydirir. Biz ise icinde bir tercüman, bir hizmetkâriz. (Mektubat: 383)
18. Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve zînet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zâtiyesidir. Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. (Muhakemat 84)
19. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur'an'dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler'i okuduğum zaman, üstadımı temsil eder bir hâl alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyor telakki ediyorum. Hulusi Bey (B.L 62)
20. Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da "Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat'î kanaatımız geldi ki: O hakaik-i Kur'aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarının meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Ş.H.Tevfik (Lem’alar 44)
21. Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. (Muh.88)
22. Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var. (Şuâlar 98)
23. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. (Şuâlar 99)
24. Zannımca lafz ve nazım, san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir. (Sözler 694)
25. Kur'anın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur'daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevî tesiri ve manevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istilâ eder, kat'iyyen istifadesiz kalmazsınız. Ve kalmıyoruz. Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi manevî latife ve cihazata da mâliktir. Aklınız her bir mes'ele-i imaniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da, kalb ve ruh ondan hissesini alır. (Gençlik Reh. Konferans. 259)
26. Risale-i Nur'un üslûbu emsalsiz ve hiçbir üslûbla kabil-i kıyas olmayan cazib bir üslûbdur. Bediüzzaman Said Nursî, bir müfessir-i Kur'an olmakla beraber asrımızın en büyük edibi ve kuvvetli bir beligidir. Fakat lafzın gösteriş ve tantanasına değer veren ediblerden değildir. Bilakis en fazla manaya ehemmiyet ve kıymet verip, lafzın hatırı için manadan fedakârlık yapmayan, elbise için vücuddan kesmeyen bir müelliftir. O, zâtına has ve gayet müessir ve gayet cazibedar bir üslûb-u beyana sahibdir. Bunun için Nur Risalelerinde Kur'an ve iman hakikatları en berrak ve en mükemmel, en cazib ve en müessir bir tarzda izah ve isbat edilmiştir. Risale-i Nur câmi' hakikatlar ve veciz sözler hazinesidir; bir cümlede bir sahifelik, bir sahifede on sahifelik, bir risalede bir kitablık mana ifade eden ve câmiülkelim hususiyetine mâlik bir şaheserdir. Bunun içindir ki: Dersleri çok tesirlidir ve gayet nafizdir. (Gençlik Reh. Konferans. 261)
27. Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te'lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur'andan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahatı seninle dilimizde görüyoruz.
Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başlamasıyla, Kur'an nuru karşısında üdeba ve bülegânın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi, senin de o hududsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve belig ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.
İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur'un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizler ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık ya Rabbî!
Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır… …Kur'an-ı Arabî'den Türkçe Sözler'e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiç bir rayb ve güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.
Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. H. Feyzi. R.H. (Kon. 83)